Zehir saçan market reyonları
Haftalık, aylık alışverişlerimizi marketlerden yapıyoruz. Rengarenk, albenili onlarca raf arasında kayboluyor, gerekli gereksiz maaşlarımızı oralarda bırakıp eve bir şeyler götürmeye çalışıyoruz. En temel ihtiyacımız olan beslenme maddeleri ise ilk sırada yer alıyor. Lakin o aldıklarımız malesef çoğu zaman eve lezzetle beraber ölüm getiriyor. En uyanık ve aydın olanlarımızın bile kolayca düştüğü tuzaklarla son tarihi geçmiş, ısıl işlem görmüş, alüminyumla paketlenmiş, renklendirici, tatlandırıcı katılmış, sentetik, ilaçlı, GDO’lu gıdaları taşıyoruz evlerimize ve onları görümüz gibi baktığımız çocuklarımıza yediriyoruz, hem de doğal sanarak. Sentetik etleri, haram gıdaları, Avrupa’da yasaklanmış mamulleri, Amerika’da sayısız tazminatlara mahkum edilmiş malları saymıyorum bile.
Bebeklere, çocuklara aldığımız mamalardan, tuvalet kağıtlarına, parfümlerden deterjanlara, şekerden tuza… her şey yazık ki zehir saçıyor. Kaçak et kesimleri, kaçak rakılar, şeker yedirilmiş arıların balları, içinde fındıktan başka her şey olan kremalar, içinde süt tozu olan okul sütleri…. daha neler neler?
Toplum olarak zehirleniyoruz ve denetimler ne kadar sık yapılsa da on milyonlarca marketi hizaya getirmek kolay olmadığından raflardan aldığımız her ürünü kontrol etmek bize kalıyor. Biz ise bunu çoğu zaman ihmal ediyor, son kullanım tarihi geçmiş malların düşen fiyatlarına aldanıp, ekonomik yetersizliklerimizin de çaresizliğiyle atıyoruz market sepetimize. Balık yağı, balık sütü, balık bilmem nesi diye evlatlarımıza reklam edilen mamulleri arıyor gözlerimiz raflarda.. Hem paramızı, hem sağlığımızı kaybediyoruz. Marka tutkumuz, ithale olan aşkımız da cabası.
Yapmamız gereken şey evvela bilinçlenmek ve tehlikenin farkına varmak. Araştırır, uyanır, oyunu fark edersek tuzağa düşmemiz de zorlaşır. Düşmeyiz demiyorum çünkü oyun çok hain kuruluyor.
Reklam kuşaklarının mesela ürünlerin sağlığa, ahlaka, yasaya uygunluğunu araştırmak gibi bir mesuliyeti yok mesela. Reklamlarda alt yazılar nasıl hızlı, nasıl titrek, nasıl küçük harfli fark ediyorsunuz değil mi? Reklamı tanıtanlar nasıl güvenilir insanlar… kolayca kanalım diye? Den başlayan fiyatlarla diye nasıl kandırılıyorsak, yalana yalana süt içen masum çocukları da öyle alet ediyor reklamlar ihanetlerine.
İnanamıyorum, Müslüman bir ülkedeyiz ve ticaret ahlakımız bu halde?
Sağlık bakanlığı veya bağlı üniteleri patent veya ruhsat verirken araştırıyor ama sanırım o numuneler raflardakilerden farklı. Barkod sistemleri mesela, ürünler arasında da fark ediyor. Üretildikleri ülkeler bile değişiyor.
Süt tozu mamulleri örneğin, süt kokulu Anadolu topraklarında bizlere reva görülen illet!
Makyaj malzemeleri, ucuz, tarihsiz, menşei belli bile değil. Pirinç… kilosu, menşei farklı. Şeker, pancardan imal bulmak imkansızlaştı gibi bir şey. Yoğurtlar raf ömrü neredeyse bir yıl. Bu mümkün mü?
bence üzerinde doğal yazana, raf ömrü kısa olana, katışıksız, renklendiricisiz, tatlandırıcısız, Türkiye menşeli olanlara yönelmek lazım.
EI86TRVBD89 gibi barkodlarda işaret ve yazılar var. Tüketicinin bunları anlaması bir yana minicik yazıları okuması bile mucize. Ama mesela bu ibare zehir demek, domuz mahsulü demek, ısıl işlem görmüş, sentetik üretilmiş veya başkaca kimyasal katkılar içeriyor demek. Biz o yazıyı aramıyoruz, okuyamıyoruz ama poşete aldanıp, akşamki reklamlardan da etkilenerek atıyoruz market arabamıza.
Barkod züerinde yazanlar bize bir şey ifade etmiyor belki ama hain satıcı ve pazarlamacılar biliyor onların ne mal olduğunu!
Deterjanlar, temizlik malzemeleri…. daha temiz yıkasın, temizlesin diye çamaşır sularını, kimyasalları, sanayi mamullerini dolduruyoruz evlerimize. Temizlikten memnunuz belki ama o alkol, klor, amonyak kokusu günlerce kalıyor evde ve soluyoruz o kokuyu.
Pazarlamacılar da masum. Üç kuruş maaş ve prim için kakalıyorlar satıcılara o malları. Firmalar eşantiyon veriyor, indirim yapıyor cazip kılmak için elde kalmış malları.
Oda parfümleri, vücut spreyleri mesela… Deri kanserleri neden artıyor sanıyorsunuz? Ev mis gibi kokuyor ama sanıyor musunuz ki o kokular doğal çiçek kokusu? Diş fırçaları, diş macunları…. daha temiz, beyaz ve parlak olsun diye içine süt mü koyuyorlar sanıyorsunuz? Kimyasallarla, asitlerle o hale geliyor. Ve biz o asitleri dişlerimize yapıştırıyoruz….
Şampuanlar…. içinde neler var neler? Sabunlar, sıvı sabunlar….?
Alüminyum poşetlerde cipsler, çerezler, dondurulmuş gıdalar? Her yanımız plastik. O mamüller, poşetler işleri bitince tabiata geri dönüyor ve neredeyse bir asır yok olmadan doğayı kirletmeye devam ediyor.
Hazır kahveler, mamalar, boyalar, peynirler bile sütten mamül değil düşünün artık.
Reçeller, asitli içecekler, yapıştırıcılar…. ellerimize sinen boyalar, ilaçlar….
Ekmek, un mamulleri? İçlerinde onlarca zehir ve katkı maddesi var. Depolarda, tarlalarda defalarca ilaçlanıyorlar, gübreleniyorlar, mayalanıyorlar, çuvallanıyorlar. Fare zehirleri dolu her yanları. Pişerken, taşırken sayısız mikropla temas ediyorlar.
İthal parfümler, plastik buzdolabı kapları? İçtiğimiz suların şişeleri bile mikrop yuvası. Ama biz ucuz diye mikroplara razı oluyoruz.
Hazır buzlar satılıyor mesela. Hangi suyla yapıldığını biliyor muyuz?
Örnek vereyim. Geçenlerde trafik lambalarında su satan çocuklara ilişti gözüm. Acıdım. Ara ara da almışımdır onlardan su. Ama baktım belediyenin çim sulama musluklarından dolduruyorlar su şişelerini. O boş şişeleri de nereden aldıkları zaten meçhul. Ama biz yeşil ışık yanmadan alalım diye o çocuklara para verip zehir alıyoruz.
Sadece marketler değil yani zehir saçan. Çocuklarımız bile zehir saçıyor.
Ispanağı severiz. Geçen bir üretici komşu satıcıyı şikayet ederken şöyle diyordu; ıspanak dikiyorlar, foseptikle suluyorlar, gür ve çabuk çıkıyor. Foseptiğin ne demek olduğunu bilmeyenler için söyleyeyim; kanalizasyonu olmayan yerlerde insanların evlerinde bulaşık ve tuvalet sularının biriktirildiği beton hazneler vardır. Buralara foseptik denir. Bu depolananlar ayda bir filan çekilir ve arıtma tesislerine ya da dağlara boşaltılır kontrollü olarak. Ama o üreticiler (!) bununla ıspanak suluyorlar ve para kazanıyorlar bizi zehirleyerek.
Uzatmayalım. Derdimiz ortak.
Şalgam diyorsunuz içi meçhul. Kola belli değil ne olduğu. El kremleri keza. Yufkalar, yumurtalar?
Bence…. derdimiz çok ama çok büyük. Sağlığımız ciddi tehdit altında. Kurtulamayız belki ama hiç olmazsa biraz dikkat ederek az hasarla sıyrılabiliriz.
At etinden sucuklar vardı bir ara. Şimdi domuz eti, insan eti, ölü kuş etinden sucuklar var. Isıl işlem görmüşler, bir günde hazırlanıyorlar.
Siyah zeytin mesela; toprak çukurlara koyup, üzerini PASLI TENEKELERLE örtüp , içine bilmem ne asitleri ekleyip üç günde Siyahlaştırıyorlar zeytini ve satıyorlar.
Meyvelerin içine tatlandırıcı şırınga ediyor, hindi ve tavuklara GDO’lu yemler veriyor yahut inanmayacaksınız iğne yaparak etlerini hava ile şişirtiyorlar. Hem böylece ağır çekiyor. GDO; genetiği değiştirilmiş gıda demek. Yani genetik demek. Yani doğal değil demek. Yani zehir demek.
Çiftlik balıkları var ya tek tek hepsine iğneler yapılıyor. Sözde bilmem ne solucanına tedbir diye. Ama etini yiyince ağzınıza acı bir tat geliyor değil mi? Avrupa’ya giden balıklar geri dönüyor değil mi? Fiyatları doğal olanların üçte biri değil mi?
Domatesimiz, portakalımız, elmamız yahu! Rusya’dan geri dönüyor, doğal değil diye.
İhraç edilen portakalla, pazarda satılan portakalları mukayese ettiniz mi?
Tuz deyip geçmeyin, elli çeşidi, elli tehlikesi var.
Marketlerden kendi hayvanını yetiştirip kesen ve satan var. Eyvallah! Ama hangi ilaç ve yemle besleniyor, hangi su içiriliyor o hayvanlara?
Diyeceğim o ki tuzaklar diz boyu.
Mesele üç zabıtaya bırakılamayacak kadar vahim, gerçi onlar da yapmıyorlar ya görevlerini, devletin, vatandaşın çok daha dikkatli ve takipçi olması lazım.
Tüketici mahkemeleri mesela etkinliklerini artırmak, sahtekar aldatıcılara ciddi tazminatlar koymak, zehir satan yerlerin ruhsatlarını iptal etmek lazım.
Barolar birliği bedava avukat vermeli, yargı cezasız bırakmamalı, sağlık bakanlığı yakın takipçisi olmalı, vatandaş uyanmalı, öğretmenler anlatmalı, satıcılar namuslu ve ahlaklı olmalı…..
Dert çok, çaresi var ama parayı çok seviyoruz. Para için yapamayacağımız şey yok. Ahlak ise yerlerde sürünüyor, parasızlıktan olsa gerek canımızdan, hayallerimizden vazgeçmişiz…. Bu yüzden bize reva görülen yaşam şekli de işte bu kadar.
Benden demesi.