Kutuplaştırılmış, kandırılmış dünya
Dünya Savaşı’nı takip eden günlerde dünyada ciddi anlayış evrimleri, değişmeler oldu. Sıcak savaştan soğuk savaşa, kimyasal harpten asimetrik savaşa, çatışmadan ziyade istihbarat ve casusluğa önem veren bu yeni anlayış bir şeyi daha değiştirdi ki bu siyasi emellere de hizmet eden biyolojik yaklaşımdı. Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal (NBC) alanında pek çok hain teşebbüs icat olundu ve olunurken pek çok masum denek diye kullanıldı. Diplomasi kirli siyasetle tanıştı, Amerika’nın keşfiyle başlayan kızılderili katliamları, kapitalizm teşkilleri, bankacılık ve tefecilik hizmetleri, petrole dayalı sanayi ve tehdide dayalı teknolojiler uluslara egemen oldu.
Çağlar boyu savaş meydanlarında çözülen meseleler barış ortamında tartışılır oldu ancak, savaştan kaçınmak adına var edilen çok uluslu teşkiller artık hür ve bağımsız değildi, başka bir el ve aklın esiri olmuşlardı. Üst akıl dediğimiz bu kirli tezgahın eserleri de sıkça görülmeye başlanınca evvela İslamiyet ve Türklük, sonra insani ve ahlaki değerler, sonra yer altı ve yer üstü kaynaklar hedefe kondu, dünya uzunca bir müddet sömürgen ve sömürülen devletler arenasına döndü. Ortadoğu cehaleti, geri kalmışlığıyla en bahtsız coğrafya oldu ve halen de karışıklıklar en çok o bölgede sürmekte. Nihayetinde dünya sonu izm’le biten pek çok ideoloji üretti, felsefe var etti ve akıllar gerçekten varsayıma kaydırıldı. Dinle bilimi ilk etapta birbirine düşman etmeyi başaran Fransız ihtilali, 1492 sonrası Amerika kıtasında filizlenen emperyal ve kapitalci zihniyetin önünü açtı, sapık ideolojiler, güçlü silah teknolojileri ile dünyayı kana buladı.
Ülkemiz Sevr ve sonrası ile maruz kaldığı bu kabustan Atatürk etkisiyle kurtulabildi, on beş yılda ürettikleriyle çağ atladı, saygın ve güçlü bir devlet oldu, Cumhuriyet’i en doğru yaşayan ülkelerden biri haline geldi. Lakin İkinci Dünya savaşı sonrası çetinleşen şartlar, çoklu parti döneminin işbirlikçi zihniyetleri, sınırsal huzursuzluklar, dünyanın siyonizme teslimiyeti, dinlerin artan bölünmüşlüğü, artan nüfus ve cehalet nedeniyle barış terk edilirken, şeytancılık siyasi bir misyon kazandı ve dünya tekelcilerin ellerine teslim edildi.
Bugün üst akıl yahut küreselci diye adlandırdığımız sermaye sahipleri 19ncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren gittikçe güçlendi ve paranın gücüyle donattıkları ordularıyla dünyayı kan gölüne çevirdi. Terörü, anlaşmazlıkları destekledikleri için de barış hayal oldu.
Dünya zalimler cephesi (emperyalist ve kapitalist güçler) ve mazlumlar cephesi (hedefteki, masum, fakir, baskı gören, sömürülen devlet ve milletler) olmak üzere iki kutba ayrıştı. Bu aynı zamanda Batı’nın aklı ile Doğu’nun aşkı arasındaki kalın çizgiyi de teşkil etti. O andan itibaren de medeniyet beşiği Doğu, terk ettiği bilim ve Batı’nın iticiliği ile daha fazla gerilemeye, Batı’ya daha çok muhtaç hale gelmeye mecbur kaldı.
Türkiye öz kaynakları, sağlam devlet yapısı ile bir istisnaydı ve uzun müddet kendisine yeter ülke olarak kalırken, zamanın iktidarı marifetiyle II. Dünya Savaşına katılmamak gibi bir akıllılık yaptığı için de övgüyü hak etti. Lakin Batı’nın açlığı, kaynak ve Pazar arayışı bitmeyecekti ve Afrika’ya, uzak doğuya uzanan kirli elleri buralarda nice katliamlara sebep oldu. Ele geçirdikleri kirli elmaslarla teknoloji ve medeniyet kuran Batı, aldığı ahlar ve mazisinin kirleri nedeniyle parayı bulsa da, huzur ve refahı asla bulamadı. İnsani değerlerini unuttu, hukuka yaslandı, aile kuramadı, çocuk yapamadı, bencil hayatlara mahkum oldu, korku dolu bir hayat yaşadı, terörle, fakirlikle, Türklerle korkutuldu.
Servete tapan, bencil ve mertlikten uzak duruşuyla Batı, devlet adamlarının yaptıklarına artan milli gelirleri nedeniyle sessiz kalınca siyasiler daha da azdı ve dünya kan gölüne döndü. Neticede ezen ve ezilen uluslar haritası şekillendi. Türklük mazlum milletler safında yer alırken, diğer tüm mazlum milletlerin de ağabeyi, sancaktarı, kurtuluş umudu, lider ve örneği oldu. Üstlendiği bu vasıflarda daha çok baskıya uğramasına sebep oldu. Nitekim şeytan cephesi anladı ki Türkleri yok etmeden İslam’ı ve İslam’ı da yok etmeden şeytani düzeni hayata geçirmek olası değildir. Bu nedenle tüm güçleriyle Türk’e ve İslam dünyasına saldırdılar. Çok yönlü bu saldırıları ekonomik, askeri, diplomatik, ticari pek çok alanda başarılar elde etti, satılmış işbirlikçiler eliyle de ülkeye kan kaybettirdiler. Bugün hala Türkiye ve Türklük küresel siyonizmin öncelikli hedefindedir, yok edilmesi veya etkisizleştirilmesi için sayısız düşman ve hain işbirlikçi ter dökmektedir.
Sonuç olarak dünya Türkiye önderliğindeki Ulus Devlet savunuculuğu (üniter devlet yapısı) taraftarlığı ile küreselci (Tek Dünya Devleti taraftarlığı) siyasetleri arasında kaldı, iki kutba büründü. İleride bahsolunacağı üzere pandemi kapsamında hasıl edilen Corona (Covid-19 virüsü) ile de hain emelleri için düğmeye basıldı. On yıldan çoktur tatbikat olarak oynanan oyunla pandemi ve darbe etkisiyle iflaslar, asosyal hayat, eğitim devrimi vs. ile yaşamın tersine çevrilmesi, nüfusların azaltılması bilhassa da yaşlı nüfusun öldürülmesi hedeflendi.
‘Corona yalandır’ ve ‘corona öldürür’ arasına sıkışan insanlık bir kez daha kutuplara ayrıştırıldı ve tehdidin büyüklüğü nedeniyle küreselci-ulusalcı ayrımından da öte, halklar Corona’ya inanmak veya inanmamak ayrımına geldi. Bu da son değildi nitekim zorunlu aşılama ile başlayacak zulüm, hürriyetsizleştirmeye varacak kadar tehlikeli olacaktı, oldu da.
Emek, kaynak ve toprak sömürü düzeni olan siyonizm, çalışmadan kazanmayı, kendisinden olmayanları ezmeyi gaye edindi. Hedefine varmak için tüm yolları mübah sayan, insanlığın her türden zaafını kullanmaktan çekinmeyen, merhametsiz ve sinsi siyonizm, küreselizm ile birleştirdiği ideolojisini dini boyutla beraber teknolojik ve fiziki boyuta da transfer ederek kazanamayacağı ama çok can ve mala sebep olacağı ciddi bir topyekun hamleye girişti. Biz buna küresel siyonizm adını veriyoruz.