Kaybolan mahremiyetimiz
Sanmayın ki sadece onlar öldürdüler mahremiyetimizi. Hep birlikte öldürdük güle oynaya.
Dinen evlerin, ailelerin, özel hayatların dokunulmazlığı vardır. Yasalara göre de haneler kutsaldır, mahkeme kararı veya suç üstü olmadan içeriye izinsiz girilemez. İş bu kadar ciddidir yani.
Özel hayatlarımız sadece bizi ilgilendirir ve ayıplarımız, sevinçlerimiz, saklılarımız bize özeldir. İstediğimizle paylaşır, istediğimizle paylaşmayız. Bu anlamda zorlama olmaz. Bu gizlerin, ayıpların sorgulanması, araştırılması, açık aranması bile dinen günah teşkil eder. Özel hayatın korunması kapsamında da bunlar suçtur.
Ama!!!
Biz kendimiz özel hayatımızı reklam edip sergiliyoruz sosyal medyada anlaşılmaz gayelerle… Baldırı çıplak resim ve videolar koyuyoruz, anılar diye ateşli ayıplarımızı döküyoruz destan gibi, özendirmek istercesine. En pahalı kıyafet ve konforlu hallerimizi koyuyoruz nispet yapar gibi…
Başkaları izliyor bizi. Sosyal medyamıza girenler mesela… her şeyimizi görür, bilir oluyor, tanımadıklarımız bile.
Kolluk kuvvetleri giriyor bazen yaşantımıza izinsiz, bazen internet siteleri cep telefonlarımıza…
Bazen hackerler dalıyor özel dünyamıza, bazen güdümlü troller.
Yalnız değiliz, günün her anında gözleniyoruz yani.
Kameralar kaydediyor gün boyu her nereye gidersek. Evlerimizdeki süpürgeler, fırınlar bile haber veriyor durumumuzu.
Bilgisayarlarımızı, cep telefonlarımızı saymıyorum bile. Çektiğimiz her resim, kaydettiğimiz her ses yıllarca duruyor birilerinin stoğunda.
Ülke vatandaşlarının idrak ve siyasi görüşlerini test ediyorlar anket yapar gibi.
E-devlet şifreleri mesela, bankalar mesela, hastaneler mesela, uçak firmaları, tapu kayıtları… her şeyimizi kaydediyorlar.
Ölmüşlerimiz, soyumuz, çocuklarımız, sendikalarımız, particiliğimiz, banka mevduatlarımız, yurt dışı giriş çıkışlarımız hep malum birilerine.
Wifi cihazları…. akıllı saatler, elektrikli arabalar, çipli her ne varsa durumumuzu bildiriyor sürekli bir yerlere.
Konum servisleri hep açık. Yıl içinde saat saat nerelerdeydik haber veriyor sahiplerine.
Telefon konuşmaları yıllar öncesindeki konuşmalarımız, HTS kayıtlarımız bile saklanıyor arşivlerde.
Okuduğumuz kitaplar, yaptığımız harcamalar, bindiğimiz araçlar hep kayıtlı.
Tansiyonumuzu, ilaçlarımızı bizlerden daha iyi takip ediyorlar.
İşin korkuncu…. tüm bu arşivler aslında tek merkeze bağlı. Yani tek tuş ile hepsine ulaşmak mümkün. TC numaralarımızla kayıtlıyız sisteme isimle değil. Numaradan ibaretiz yani. Kaybolan mahremiyetimiz ile beraber bizler de kayboluyoruz.
Yetmezmiş gibi bir de HES kodu dayattılar. neyse ki yarım kaldı o proje, yani dünya vatandaşlığı numarası.
Hangi aşıları vurulduğumuzu biliyorlar, hangi aşıdan, kimlerle beraber vurulduğumuzu da altışarlı gruplar halinde.
Kumarımızı, nargilemizi, ayak numaramızı biliyorlar… iç çamaşırlarımıza kadar.
Bir de akıllı evler çıkartıyorlar şimdi. Uzay üssü gibi robotlara, yapay zekaya teslim hayatları.
Biz sahip çıkıyor muyuz mahremiyetimize de onlar çıksın? Biz ses ediyor muyuz müdahalelerine de onlar geri çekilsin?
Bilakis her defasında bizden onay alıyorlar müdahale için onay kutularıyla, minicik yazılarla, tek tuşla.
Kanunlar, protokoller var mahkemelik olmasınlar diye. Kredi alırken, ameliyat olacakken mesela hepsini imzalıyoruz okumadan.
İlaç prospektüslerinde yazıyor uzun uzun yan etkileri, zararları, minik harflerle de olsa okuyor muyuz?
Cep telefonunun konumunu biz açmıyor muyuz?
Yatak odalarındaki koyu ve kalın perdeleri bile kendimiz kaldırdık.
Özel gün ve gecelerimizi, mal varlıklarımızı artık herkes biliyor.
Peki neden öğrenmek istiyorlar ve biz neden saf saf anlatıyor, gösteriyoruz?
Çünkü bilgi güçtür. Faydalı ellerde olduğu sürece, resmi kurumlarda işlemler için kullanıldığı sürece, üretmek için kullanıldığı sürece güzeldir. Peki o bilgi kirli ellere geçerse?
Bir deodorant alıyorsunuz mağazadan. Sizi kaydediyorlar, telefon, mail vs. Sonraki hafta on binlerce mail ve telefon ve SMS geliyor reklamcılardan. Nasıl oluyor bu?
Yapay zeka hele öyle namert ki bir saat reklamına bakın internette yahut aranızda, telefonunuz kapalıyken konuşun saat almayı düşündüğünüzü, haftalar boyu ekranlarınıza saat reklamları düşüyor yeni bir şey almayı siz konuşana dek.
Diyeceğim biri bizi sürekli gözetliyor, dinliyor. Maşallah bizlerde harıl harıl kendimizi reklam ediyor, özelimizi paylaşıyoruz herkesle. Sonra toplum mühendisleri giriyor devreye, nabza göre şerbet verip erkte kalmayı başarıyorlar. Kimi neyle satın alacaklarını, kime nasıl şantaj yapacaklarını bu yolla belirliyorlar.
Yahu Google faydalı ve aksi görüş içeren sayfaları indekslemiyor bile daha ötesi var mı?
Maillerinize bazı yasaklı kelimeleri yazın bakalım, aylarca nasıl daha yakından izleneceksiniz?
Ayıplarımız, sevgilerimiz, varlıklarımız herkese malum artık.
Biz de namusumuzu, paramızı, evimizi, yatak odamızı bile açıyoruz bilime, teknolojiye zararlı olduğunu unutarak, zararlarını inkar ederek, vurdumduymazlıkla.
Ya da ideoloji, menfaat, siyaset, şantaj, kumpas adına birileri yapıyor bunu dalarcasına sabahın köründe.
Sonra ağlıyoruz.
Ağlamayın, tedbir alın ve mahremiyetinizi koruyun.
bence.
Son bir hikaye sıkıştırayım buraya;
Hz. Ömer malum adaletiyle meşhur, kanunlara riayetiyle. Bir gün bir bakıyor, bahçe duvarlarının ardında, hane içinde bir adam üç beş hatunla gönül eğlendirip şarap içiyor, müzik eşliğinde. Suç üstü yapmak için kapıdan da değil, yan taraftaki açık pencereden dalıyor içeriye.
“Yakaladım seni ” diyor. “Utanmıyor musun?”
Adam mahçup ve ürkek ama akıllı.
“Ya Ömer. ben günah işledim, farkındayım ama sen daha büyüğünü işledin. Sen utanmıyor musun?”
Şaşırıyor Hz. Ömer;
“Ne günahı?”
Adam açıklıyor;
“Evime izinsiz girdin, kapıdan değil pencereden girdin, hani evden izin almadan eve girilmezdi. SOnra açık ve ayıp aradın. Özel hayatıma daldın rızam olmadan. Seninki daha büyük günah değil mi?”
Hz. Ömer hatasını anlayıp, özür dileyip oradan ayrılıyor.
Dijital dünyaya adım adım yaklaşırken bizleri hazırlıyorlar. Neye? Daha sıkı gözlem ve daha az hürriyete!
Benden demesi.