İstanbullular köyünüze dönün!
Eski Türk filmlerinde taşı toprağı altın İstanbul’a akın vardı. Anadolu köy, kasaba ve şehirlerinden zengin olmak, başlık parası biriktirmek, memlekette ev sahibi olmak için insanlar varını yoğunu satıp İstanbul’a göç eder, hayata tutunmaya çalışırdı. Adeta yabancı bir ülkeye gelmiş gibi hayata sıfırdan başlayan bu insanlar, çoluk çocuk, evvela köylerinden daha önce göç etmiş akrabalarının yanına sığınır, kısa süreli oryantasyonu müteakip iş hayatına atılır ve zamanla kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışırlardı. Sonra zaman oldu bir kısmı tükenirken, bir kısmı zenginleşti, büyüdü. Sonraki nesiller ortaya çıktı, sonra bir sonrakiler.
Almanya gurbetçileri gibi artık İstanbul’lu oldular. Esnaflıkta, ulaşımda, yiyecek ve telefon sektöründe, inşaat alanında söz sahibi oldular. Kimi bu hayata alışamazken, kimi gecelere akmaya başladı. Gelenekler, alışkanlıklar değişti. Zamanın arabesk filmlerinin de etkisiyle kan davaları oraya kadar sıçradı, ses sanatçısı olmak için evden kaçan kızlar bile İstanbul’a yollandı.
Şehir olağanüstü göç alınca yiyecek pasta çok kişiye bölünür oldu, altın şehir önce gümüşe sonra bakıra döndü. Köyden gelenleri ilk gelişlerinde yiyen kurtlardan da kurt olan ilk göçmenler sonraları hemşerilerini bile yer hale geldi. Kimi kolay parayı seçip yoldan çıkarken, kimi kumara, kimi gece kulüplerine daldı. Aileler dağıldı, çocuklar aile terbiyesinden uzaklaşmaya başladı. Hepsi değil ancak çoğu radikal yaşamlarından sonra burada medeni (!) ve Avrupai bir yaşama adım attı, benimsedi.
Derken işe bir de başka ülkelerden gelenler dahil oldu. Ucuz iş gücüyle, sigortasız çalışma kabulleriyle aranan işçiler olunca memleketin vatandaşları işsiz kalmaya başladı ki artık hayat standartları yükselmişti. Lakin bu başka ülkelerden gelenler az sayıda kalbur üstü olsalar da genelde statüsüz, ne iş olsa yapan cinstendi. Alışkanlıklar, örfler, lisanlar, kıyafetler iyiden değişmeye başladı.
Beyoğlu ki bence İstanbul’un karakterini en çok burası yansıtır, tarihinde hiç görmediği kadar çok uluslu ve bayağı bir kültüre ev sahipliği yapmaya başladı. Neticede ekmekten alınan pay iyice azalırken, sürtüşmeler başladı, gelenekler birbirini ötelerken, lisanlar tabelalara yansıdı. Bir ipte iki cambaz misali iş hayatında bir kapmaca yaşanır oldu.
Sonuç; sıkıntı, kaos, tatsızlık, düşük maaş, yüksek kira, yetmeyen su ve gıda, artan maliyetler, karşılanamaz yaşam bütçeleri oldu. Herkes ayakta kalabilmek için başkalarının sırtına basmaya çalıştıkça da pahalılık arttı, dev inşaat şirketleri bile duruma ayak uyduramaz oldu.
Çözüm vardı elbette ama kimse razı değildi; eve geri dönmek. Ne yabancısı döndü evine, yurduna, ne yerlisi döndü memleketine.
Turistlerle, üniversite öğrencileriyle, iş hayatının genel merkezleri ve çok sayıdaki çalışanlarıyla şehir boğazın sularına batmaya başladı yavaştan. Tarihin yorgun bu şehri kaldıramadı üstündeki çekişmeleri, adaletsizlikleri, mafyaları ve eski mis kokulu erguvan günlerinden çıkıp, koşuşturmalı, gece sokağa çıkmaktan korkulan bir şehir oldu.
O halde …. bence gelin İstanbul’lular köyüne, ülkesine dönsün. Göreceksiniz o zaman İstanbul rahatlayacak, yüzler gülecek ve dönenler eski yaşamlarına kaldığı yerden olmasa da bir şekilde yeniden başlayacak. Üretim, tarım, sanayi yurda yayılacak, her şey daha sakin ve huzurlu hale gelecek.
Benden demesi.
Bunda çekinecek, korkulacak bir şey yok aslında. Ekonomik yönden, manevi yönden, sosyal yönden dönmek, kalmaktan çok daha güzel ve rahatlatıcı. Bence.
O halde tekrar edeyim; İstanbul’lular köyünüze dönün!