Çocukluk günlerimin ayak izleri – 2
Mahalleye seyyar satıcılar gelirdi arabalarıyla…. tencere, tava vesaire…. Veresiye satarlardı. İhtiyacı olmasa bile alırdı kadınlar… hiç anlamazdım. Birinin çocuğu olunca, evlenince evine gittiklerinde hediye diye götürürlerdi çelik tencereleri, borcamları…
Duvarların üzerine oturmayalım, bahçeye atlamayalım diye bazı aksi insanlar duvar üzerlerine cam kırıklarından engeller yaparlardı… kediler bile yürüyemezdi o duvarların üzerinde…
Tarlalar geniş oyun alanlarımızdı…. yarım haldeki inşaatlar da…
Lale toplardık topraklı yerlerde kendiliğinden açan… nadir otobüsler vardı biletle binilen. 1 numara başka yerden, 2 numara başka yoldan giderdi Konak’a.
Vapura binmek en heyecanlısıydı. Karşıyaka’ya dayımlara giderken mecburen binerdik ama en eğlenceli oyundu benim için.
Seydişehir’e şimdi Gaziemir, trenle giderdik ucuz diye annemin amcalarına. O tren ne kadar güzeldi….!
Sünnetler, düğünler sokak aralarında yapılırdı. Öyle düğün salonu tutmak yoktu o zamanlar… Sokak kapatılır, bayraklarla süslenir, ışıklandırılır, tahta sandalyeler dizilirdi yan yana . Kiralıktı hepsi.
Lokmalar dökülürdü cumaları vefat edenlere, çocuklar olarak önce bize verirlerdi. Amin demeyi ezberletirlerdi, Fatiha okumayı.
Fuar senede 20 gün kadar açılırdı. Dört gözle beklerdi insanlar. Promosyon yoğurtlar, içecekler, kitaplar, broşürler vardı. Onlarca ülkenin standı olurdu. O ülkeleri kitaplardan izlerken hayaller kurardım…. güzelliklerini, refahlarını, gelişmişliklerini, mobilyalarını… Araba resimleri biriktirirdim…. mobilya resimlerini saklardım kesip kesip.
Işıklı geniş caddelerini, dev binalarını hayranlıkla izlerdim…
Bir zaman Kıbrıs harekatı oldu… siyah perdeler taktık camlara, ışıksız oturduk bir zaman… Tepemizden geçen her uçakta düşman diye baktık korkarak…
Polisler gelirdi bazen, birilerini aramaya, yahut evden birini alır götürürlerdi…
Hiç unutmam dayımın motoru sekiz ay saklı kalmıştı annemlerin yatak odasında…. bir çocuğa çarpmış, kolu kırılmış çocuğun, akrabaları bulmasın diye.
Deli Emine, Bursalı Emine, Fatma’nın Emine vardı sokakta. Kadınlar oturmaya giderdi birbirine… Kahve içimlik…
Misafir aniden bastırınca yokluk tabi, komşudan şeker, kahve istenirdi fincanla, borç olarak. İlk fırsatta geri verilirdi o borç.
Arka bahçelerdeki meyvelerin fazlaları komşulara, çocuklara dağıtılırdı…
Kemal Bakkal, Aile bakkalı, Yılmaz Bakkal vardı …. üç tane. Kendisinden alalım diye şeker verirlerdi çocuklara, yahut daha fazla veresiyeye ses etmezlerdi… Kiminde tüp de vardı… Kulaklarının arkasında hep kalem olurdu…. önlerinde üç tane belki daha fazla veresiye defteri. Ödeme yapınca kalan borcu yazarlardı. Hesabı kapatabilirsek çok mutlu olurduk…
Babalarımız pencere kenarında içerdi rakısını. Balkona bile çıkmazdı komşular rahatsız olmasın diye. Müziğin sesi bile azıcıktı.
FM yoktu o zaman radyolarda. Radyo tiyatrosu vardı perşembe akşamları… Gündüz saat 10.00’da arkası yarın!
Televizyon neredeyse 10 yaşından sonra girdi hayatıma. Turan diye arkadaşım vardı. Onların evinde vardı bir tek. Siyah beyaz. Münevver teyzeydi annesinin adı. Hiç kızmazdı biz Heidi izlemek için yığıştığımızda salona. hatta çay, şeker filan verirdi. Dizi biterdi, dağılırdık sinemadan çıkar gibi.
Yazlık sinemalar vardı. Hayal sineması en güzel olanıydı. Temizdi, genişti, güzel filmler oynatırdı. Cüneyt Arkın, Ferdi Tayfur, Kemal Sunal…. Aşk filmleri de vardı, arabesk filmler de. Alkışlardık kızını kirleten adamı öldüren babayı…. kızın annesi kötü yola düşmüş kızını yerlerde sürürken saçından alkışlardık…
Belden aşağı filmlere almazlardı çocukları…
Parklar vardı sokaktan uzakta. Oralar kızlarla buluştuğumuz yerlerdi, gözlerden uzak… ilk randevuların, ilk öpücüklerin yaşandığı…
Parklarda oyuncaklar vardı. Paraleller, salıncaklar, kaydıraklar, tahterevalliler…
Cambazlar gelirdi alt mahalleye senede bir kez. Ramazan aylarına denk getirirlerdi . Sirk kadar eğlenceliydi. İpte yürüyenler, tek tekerlekli bisiklete binenler, palyaçolar filan…
Gece ışık ışık yanardı o sirk yerleri… Fuar geceleri de öyleydi. Son otobüse yetişmek için çok geç kalamazdık ama o gece mışıl mışıl uyurduk. Hem yorgunluktan, hem mutluluktan.
Bizi çok küçük şeyler mutlu edebilirdi küçükken. Bir kuru fasulye yemeği, bir aferin, bir elma komşunun verdiği, bir gol attığımız…
Kızardı annelerimiz ama yağmurda oyunlarımız bile değişirdi… Çamurda oynamayı çok severdik, sonrası oyunlarını da. Annemiz nasıl yıkayacak o pantolonları diye düşünmeden… Şimdi hatırlıyorum da hereksin okul pantolonu yoktu. Çoğunun iki pantolonu vardı. Teki gezmelik, teki oynamalık sokakta. Okula iyi olanıyla gidilirdi. Yamalıydı ama temiz ve ütülüydü okul pantolonlarımız.
Ayakkabıları mesela topuklarını, pençelerini tamir ettirirdik. Kendimiz boyardık. Terzilere paça yaptırırdık.
Yorgan, yatak atıcılar gelirdi ara ara mahalleye. Pamuk yatak ve yastıkları açarlar, saatlerce tifterler, yeni gibi yaparlardı. Aldıkları para da para değildi hani.
Ekmekleri mis gibi kokardı fırınların, elmalarının tadına doyulmazdı manavların, dolmuşların asaleti bile bir başka güzeldi. Şavroleler, Novalar, İmpalalar…
Ekmeğe zeytin yağ damlatıp, üzerine tuz , karabiber koyup azık yapardı annemiz oyuna giderken bizler. Bazen de sanayağ üzerine toz şeker…
Akşam baba gelmeden evde olmaya özen gösterirdi çocuklar. Hem özlediklerinden hem de dayak yememek için…
Çünkü anne, baba ve kardeş herkesin, her şeyiydi. Dedim ya… Çocukluk günlerimin ayak izleri her yerde. Daha sonra bugünkü hayatıma tesirlerini de anlatacağım.
Burada bırakalım şimdilik.