Avrupa seyahatlerimden aklımda kalanlar
(Uzun yazı, okuma süresi 20 dakika)
Her yıl bir kaç kere yurt dışına çıkmaya gayret ediyorum. Yeşil pasaportum var ve işler daha kolay oluyor. Şu ana değin 22 ülkeye, elliden fazla defa gittim. Son yıllardaysa otobüslü turları tercih ediyorum. Böylesi daha kolay ve güvenli, üstelik ekonomik bana göre. Bir gittiğim yere mesela beş sene sonra bir kez daha gitmeyi de seviyorum. Bu bana kıyaslama imkanı veriyor. Balkan ülkeleri ise ilk tercihim. Oradaki havayı seviyorum, orada bizden çok daha fazla iz bulabiliyorum. Alışveriş merakım yok hatıra magnet almak dışında. Bazen bir iki şişe alkol alıyorum hepsi o. Yani gidiş maksadım parayla alakalı değil. Bina, kilise , park görmeye de gitmiyorum.
Aralarında dolaşıp, sosyal hayatları çözümleyip, insanların nasıl yaşadığını, kanuna riayetini, saygılarını, hayata hangi pencerelerden baktıklarını anlamaya çalışıyorum ve tabi bizlerle karşılaştırıyorum.
Coğrafya, hava koşulları, tarih, konum çok önemli bu anlamda, tabi ki inançlar, eğitim sistemleri, milli gelirler…
Nüfusların genç ya da yaşlı olması da çok önemli…
Genel olarak izlenimlerime gelirsek;
Avrupa halkları bilhassa yakın zamanda AB olmakla kavuştukları maddi rahatlama ile hayatı daha endişesiz yaşıyor, emeklileri tatile gidebiliyor, dişlerini yaptırabiliyor. Çalışanlar rahat, lüks araçlara biniyorlar ama erken saatte gidip (hatta karanlıkta) öğleden sonra eve dönüyorlar, gençler okumuyorlarsa şayet geç saatlere kadar eğleniyor, bilgisayarla oynuyor ve geç yatıp geç kalkıyor. Gençlerin dünya meseleleriyle, ülke geleceği ile alakaları yok.
Çocuklar ve bebekler ise hijyen (aşırı), güvenli, sıcak ortamlarda, çoğusu bakıcı ellerinde büyüyor. Düşkünler ve yaşlılar içinse durum çok iç açıcı değil. Evlatlar ya da devlet sahipsiz bırakmıyor ama çoğu huzurevlerinde, cam önünde bekleşiyorlar , ecel gelsin diye. Fakirler dünyanın her yerinde sokaklarda dileniyor, yollarda genç hokkabazlar üç kuruş için gösteri yapıyor, Çinliler grup halinde dolaşırken, yerli halk uzaktan bakıyor, diskoların önünde gece saat birde bile kuyruklar var, biri çıksın da biz girelim diye. Yerler temiz, ışıklandırmalar gayet yeterli ve şık, hayat maaşlarına göre oldukça ucuz.
Yeşil parklar, sessiz ortamlar, doğal güzellikler ön planda. Şehirlerin arka sokakları ise tam bir felaket ve gecekondular gibi.
Kumsallarda minik satış yerleri, turizm ağırlıklı ürünler, bir kaç dil bilen satıcılar, elbette Afrikalı, Balkan göçmenler bir çok, Çin malı (Made in PRC) her yerde…
Yasalara tam bir riayet var. Tam derken yanlış olmasın sıradan insanlar için diyorum yani kanuna tabi olanlar. Bir de yasaların üzerindeki üst klasmanlar var. Aşırı zenginler, mafyalar filan. Lakin onları uzaktan bile göremiyorsunuz, yok gibiler ama hep oradalar, korunuyorlar, seçkin hayatlar yaşıyorlar ve o ülkeden de bağımsız hayatları var.
Her yerde Türk görmek mümkün. Hatta iddia ediyorum sırf Türkçe konuşarak çoğu ülke gezilebilir halde. Çat pat İngilizce de olursa fena olmaz tabi.
Eğlence mekanları son derece lüks ve pahalı, lüks restoranlar bizim boyumuzu aşıyor, kumarhanelere girmek yürek ister. Çocuk kumarhaneleri bile var mesela Hollanda’da düşük limitle oynanabilen. Girişte eline kağıt veriyorlar çocuğun, tebligat. Şöyle yazıyor; “18 yaşından küçüğüm, burada olmanın ve kumarın kötülüklerini biliyorum ama kendi rızamla buradayım.” Kontrole mesela polis gelince bu kağıdı gösteriyorlar ve polis müdahale etmiyor.
Lokanta menüleri doğru, gerçek fiyatlı…. denetimler sıkı. Garsonlar ukala olsa da iyi niyetli ama hepsi istisnasız çok tembel. Paraya doymuş bir halleri var ki işsiz de kalsalar, çalışmasalar da maaş alacaklarını bildiklerinden ve o paranın yeteceğini bildiklerinden çok rahatlar. Müşteriye saygılılar ama kendilerini de ezdirmiyorlar.
Bizden gidenlere gelince…. Kendi mahallelerinde yaşıyorlar çoklukla. Kültürleri aynen devam ediyor, gruplar halinde iş yapıyorlar, birbirlerinin dükkanlarından alışveriş yapıyorlar…. çoğu kapalı, yani muhafazakar ama çocukları onlar gibi değil. Para biriktirme derdindeki anne babaya inat, evlatlar harcama telaşında. Lüks araba alıp memlekete onunla gitmek hepsinde bir kaçınılmaz hayal.
Yabancıların bize bakışı bir kaç şeyden etkileniyor. Mesela güzel ve modern kıyafetli bir hanımefendiye gayet kibarlar… Çocukları çok seviyorlar çünkü kendi ülkelerinde neredeyse çocuk – bebek yok!! Tur turisti olduğunuzu anlarlarsa çok önemsemiyorlar sizi. Paralı olduğunuzu anlarlarsa yapışıyorlar yakanıza uslanmazlıkla.
Başka ülkelerden gelip orada seyyar satıcılık yapanların çoğu Türkçe biliyor, kültürümüzün izlerini taşıyor çünkü en az bir yıl İstanbul çalışmışlıkları var. Bu yüzden lisan da öğrenmişler az çok ve bize sempati duyuyorlar.
Bizden gidip oralarda çalışanların bir kısmı ise ülkede arananlar listesinde olduğu için (Mesela Romanya’da) orada demir atmış, buraya gelemiyor tatil için bile. Orada kendilerine ayrı hayatlar kurmuşlar. Paraları var, lüks otel saunalarında sabahlıyorlar, eğlence mekânlarını geziyorlar sabaha dek, evlerinde genç bayanlar var…. ama Türkiye’ye gelemiyorlar. Ya asker kaçağı durumundalar, ya polis tarafından aranıyorlar.
Oralardaki eğlence mekanları dans ve alkol ağırlıklı ama oryantal değil. Pop veya disco da değil. Daha çok Heavy Metal tarzı…. gürültülü, anlaşılmaz ve şeytani.
Kanundan korkuyorlar, günah işlemekten değil. Adaleti kendi haklarına sahip çıkmak adına sarılıyorlar dört elle. Yarın birisi hakkımı yerse diye. Hayat standartlarını paraya ve kanuna bağlamışlar, herkes kendi sınıfında yaşasın aşağı, yukarı kimse sınıf atlamasın derdindeler.
Göçmenleri ise asla aralarına almıyorlar, kendilerinden saymıyorlar.
Beceriksizler. Üstelik mesleki bilgileri yok, çırak ve usta bulmakta zorlanıyorlar… Çünkü neredeyse kendi gençlerinin tamamı mühendis. Ortası yani işçi sınıfı o ülkelerde yok!!! Bu açığı öncelikle Türkler, Bulgarlar, Arnavutlar vs. dolduruyor.
Pek çok Afrika kökenli zenci var sokaklarda. Çoğu seyyar satıcı. Karın tokluğuna çalışıyorlar. Kara tenli oldukları için aşağılanıyorlar, evleri, mahalleleri farklı beyazlardan. Irkçılık yapmıyoruz diyor o ülkeler ama alasını yapıyorlar bu anlamda.
Türkleri seven ve sevmeyen iki cephe var Avrupa’da. Sevmeyenler dini yönden korkuyor, çünkü sokaklarda kara çarşaflı Türk kadınları (hatta yedi yaşında kızlar) dolaşıyor hala, Arap sülaleleri gibi, terörle bağdaştırıyor… İlkokullara çocuğunun türbanla girmesi için gösteri yapan anneler var inanması güç ama. Sevenler bir kaç kez ülkemize gelmiş olanlar, aydınlık yüzümüzle tanışmış olanlar… Bodrum’u, İzmir’i, Antalya’yı görenler.
Avrupa halklarından ülkemize bir defa olsun gelmemiş insan bulmak gerçekten zor. Lakin bazıları maksatlı gelmiş. Özellikle asker kökenliler… Bitlis’e, Muş’a, Bingöl’e geldim dedi iki Fransız albay…. Bir kez gelmişler ve oraları gezmişler… hesap edin artık. neden geldiklerini!
Sigara çoğu yerde içilmiyor ama esrar serbest çoğunda…. sekiz grama kadardı. satan yerleri, kimlerin sattığını da biliyorlar ama tekeller kendi kontrollerinde kalsın diye dağıtmıyorlar o merkezleri ki kontrollü tüketim olsun.
Alkol tüketimi müthiş. Viskiler su niyetine içiliyor, maçlarda sınırsız bira. Binlerce çeşit bira var. Yemeklerde şarap…. Rakı içen pek yok.
Süt ürünleri revaçta. On binlerce peynir çeşidi var. Domuz eti mamülleri de.
Biz Türkler için yurt dışındaki en büyük iki derdin biri zaten bu et ürünleri. Kuzu, dana, tavuk söylemezseniz size domuz etini getirirler.
İkinci derdimiz (domuzdan sonra) taharet muslukları. Yok…. nedense istemiyorlar, pis buluyorlar…. Corona’dan ders aldıkları halde hala otel odalarında taharet musluğu yok. Tuvalet kağıdıyla idare ediyorlar. Bizimkilerse su şişeleriyle, ıslak mendillerle… komik komik.
Abdest almak dertleri yok, duş alıyorlar.
Hafta içi, beş vakit ibadet etmelerini gerektiren bir durumları da yok. Pazar günleri gidip ayin yapıp geliyorlar sosyal faaliyet şeklinde.
Kilise çanları yedi mahalle öteden duyulmuyor, kısık ama duyulabilir ölçüde. O civarda tek bir ses duyuluyor çan vakitlerinde. Onlarca camiden birer dakika arayla ezanlar yükselmiyor beyin yıkarcasına.
Yola çöp atan, tüküren yok…. köpek pisliklerini bile sahipleri temizlemek zorunda. Parklar etrafında korna çalması yasak arabaların.
İzinsiz mal satan yok, gıda kontrolleri sıkı… Dört yanda milli yemekler satan yerler var ülke ülke.
Lüks araçlar var ülkemizde olmayan trafikte. Bisiklet ve motorlar ön planda. Tren taşımacılığı o kadar yaygın ki arabası olmayan pek çok Avrupalı var. Olsa da garajda bekliyor arabalar, mesaiye bisiklet-tren-bisiklet üçlemesiyle gidip, aynı şekilde akşam geri dönüyorlar.
Makam araçları yok mesela…. Vekiller bile bisikletle gidip geliyor işe.
Din adamı kılıklı insanlar dolaşmıyor sokaklarda. O kıyafetler ibadethaneler için.
Aşırı serbest kıyafetlilere rastlamak mümkün…. pahalı alışveriş merkezleri, parfümler, rujlar, deri çantalar…
Türkiye’de üretilip oraya MARKASIZ gönderilen, orada markalanıp o ülke malı diye satılan sayısız ürün var. Takım elbiseler, kot pantolonlar vs…
Nihayet genel evler bile farklı… kaliteli, kontrollü.
Elektronik eşyalar gerçekten ucuz, indirimler gerçek indirim, her şey faturalı, kaçak mal yok…
Hepsi kredi kartı kullanıyor…. nakit kullanımlar küçük şeyler için.
Otobüslerde şoförün bilet takip mecburiyeti yok. Bu işi ara duraktan binen kontrolör emekli kadınlar yapıyor. Bilet basmadıysanız cezası büyük. Yakalanmazsanız sorun yok!
Metro gayet yaygın, zaten mecbursunuz da. İzbe yerler yok değil ama genelde içerilerinde polisler var dolaşan… yine de gece yarısı karanlık ve tenha saatlerde uzak durmakta fayda var. Geceler tekin değil yani özellikle arka sokaklar. Beyoğlu’nun arka sokakları gibi.
Türk lokantaları, dönerciler her yerde mevcut. Lokmacılar, büfeler….
Almanya’da bazı şehirlerde şehrin yarısı neredeyse Türk. Belçika’da Türk mahallesinde yaklaşık 200 bin vatandaşımız yaşıyor.
Çift vatandaşlık alan ya da ora vatandaşı olanlarımız olsa da köken Türk olduğu için hala Türk gibi yaşayabiliyorlar. Maaşları güzel sayılır yurda göre ve buraya döndüklerinde rahat yaşayabiliyorlar.
Özgürlükler anlamında bizden çok ileriler hatta fazlasıyla. Siyasilere yumurta atabiliyorlar mesela…. Toplu eylemler yapılmadıkça polis izlemekle yetiniyor. Şiddet yükselir yahut izinsiz sloganlar atılırsa devreye giriyorlar.
5G röleler her yerde… halkın tepkisiyse büyük.
Duvar yazıları, istenmese de mevcut…. Şeytani figürler ise ön planda bu figürlerde.
Şehirler bakımlı, aydınlık, temiz elden geldiğince. Belediyelerin gelirleri harcayamayacakları kadar çok. Çünkü alt yapı sorunu yıllar önce halledilmiş.
Parklar dışında canlı ağaç bulmak zor çünkü düşen yapraklar kanalizasyonları tıkıyor diye yasaklamışlar… Çiçekleri seviyorlar ama dönemsel… Balkon kültürleri yok ama Balkan ülkeleri mesela bizim Alaçatı, Urla evleri gibi… sarkan çiçeklerle bezeli.
Yemek yapılan lokanta sokakları çok kötü kokuyor. Domuz eti kaynaklı ama yağları da ağır. Etleri zaten çok pişmiş yemiyorlar, bu da koku yapıyor.
Çerez kültürleri fazla yok… çayı belirli saatlerde içiyorlar. Daha ziyade tercihleri; kahve. Pizza ve kahve çeşidi olarak binlerce seçenek var.
Parfümleri çokça sürüyorlar çünkü tenleri çok kötü kokuyor…
Elektronik sigara bir hayli yaygın ama bana göre daha zararlı.
Oradaki insanlarımız Türkiye’den gelenlere karşı bir hayli misafirperver… elleri açık ve bonkör. yardımlaşmayı da çokça seviyorlar.
Gelelim ülkemizdeki yaşamla kıyaslamaya ve bitirelim;
Oralarda kanun var bizde yok…
Oralarda Allah korkusu yok, bizde var.
Oralarda para fışkırıyor her yerden… bizde yok.
Oralar temiz… buralar pis ve bakımsız paramızla orantılı olarak.
Onlar tarihlerine sahip çıkıyor biz çıkmıyoruz, talan ediyoruz aksine. Üç yüzyıllık tarihlerini anlata anlata bitiremiyorlar. Bizimse on bin yıllık tarihimiz var… anlatamıyoruz.
Mutsuz, robotlar gibiler paraları olsa da… komşuluk diye bir kavram yok onlarda, çocuk annesine yemeğe gidemez habersiz, komşu çat kapı akşam çay içmeye gelemez…
Evler lüks, eşyalar modern ama kullanmıyorlar… süs. Misafir odaları yok ama evleri tamamen misafir odası, dışarıda yaşıyorlar, evler temiz kalıyor.
İşten gelince duş alıp, süslenip, yemeğe çıkıyorlar, alkol alıp suni kahkahalar atıyorlar, geç olmadan gelip yatıyorlar çünkü sabah erkenden işe gidecekler yine.
Tabir caizse kimin erli kimin cebinde pek bilinmiyor oralarda… Ahlak anlayışları bizden çok farklı. Buna bir örnek vermek isterim.
Fransa’da Angles şehrinde bir bara gitmiştim üç gün ard arda. Hoş bir bayan vardı, güzel İngilizce konuşan. O anlatmıştı kendisini. 35 yaşında kadardı, kızı on beş yaşındaydı… evli değildi. Kızın babası haftada bir gün bu kızla ilgileniyordu geceleri (!) başka kadınla evli olsa da. Eşi olan o kadın da cumartesi gece bir başka sevgilisiyle oluyordu (!). Adam kızının ihtiyaçlarını karşılıyor diye, kendisi de barda iyi para kazanıyor diye evlenmeyi düşünmüyordu. Çocuğunu evlenmeden yapmıştı kız, evlenmeyecekti de. Anlayışlarına bir örnek oldu sanırım.
Velhasıl din yaşamlarında bir köşede duruyor, saygılılar ama hayatın tam ortasına koymuyorlar inançları. Tüm inançlara aslında aynı mesafedeler yeter ki korkmasınlar, terörle bağdaştırmasınlar. Budistlere bile ses etmiyorlar…
Canları tatlı, kaos istemiyorlar, yabancıları sevmiyorlar ama mahkumlar…
Çocuk yapmadıkları için nüfusları geriliyor, göçmen çocuklarını sahiplenmeye çalışıyorlar…
Kafaları inanın çok çalışmıyor bizler gibi ve zeki çocuklara muhtaçlar…
Dev fabrikaları var ama gençlerin çalışmak gibi bir niyeti yok… yine göçmenlere muhtaçlar.
Anne babalar, yuvadan uçan çocuklarıyla göstermelik ilgileniyor… bizdeki gibi bir sülale anlayışları yok, vefa yok, bağlılık yok….
Eşlerin sadakatleri de çok yüksek değil…
Ruhsuz, monoton, acınası bir hayat yaşıyorlar, birbirlerini kandırıp, para harcayarak… hayatlarında maneviyat eksik, insan ilişkileri ve sosyal bağlar eksik.
Bu yüzden sosyal medya dünyada bu kadar yaygın… bu yüzden biz de sosyal hayata bağımlı hale getiriliyoruz birilerince…hayattan kopalım diye.
Bekaret, namus çok önemli değil, bir kere tanımı farklı.
Vatanseverlik ve aidiyet duyguları da yok… global, para odaklı yaşıyorlar… sınırları kafalarında çoktan kaldırmışlar… ama….
Çok yakında rahatları kaçacak ekonomik ve sosyal dengesizliklerden dolayı…. Dünya ve Balkan savaşlarının hesapları daha görülmemiş tam olarak. Bir savaşın eşiğindeler ama birilerinin düğmeye basmasını bekliyorlar kuzu kuzu.
Osmanlı ile yaşamış yerlerin kültürü bir başka, Osmanlı’dan korkmuş ama işgal görmemiş yerlerin kültürü bir başka.
Tarihlerine sahip çıkıyorlar, biz yok ediyoruz.
Gazete okuyorlar, sinemaya, tiyatroya, konsere, seminere gidiyorlar… biz dizi izliyoruz.
Tiyatroya güzel elbiselerle gidiyorlar, biz kot pantolonla…
Biz çekirdek kabuğunu, izmariti yere atıyoruz… onlar atmıyor.
Biz milletçe çok güzeliz, yurdumuz dünyanın en güzel memleketi ama sahip çıkmıyoruz…. onlar bir avuç topraklarına, geleneklerine sahip çıkıyorlar….
Siyaset, futbol hayatın can damarı değil orada… Akdeniz ülkeleri hariç kahvelerde pinekleyenler yok….
Köyleri bizimkiler gibi ortasından kanalizasyon akan köhne yerler değil…
Oros.ular, uyuşturucu tacirleri orada da var ama kontrollü…
Dini sömürenler var ama az sayıda…
Medeniyete, bilime, akla aşıklar…. inançları zayıf olsa da.
Yeşile sahip çıkıyorlar, kesmiyorlar ağaçları yok yere…
Tabiatla mücadele edip kazanıyorlar bazen… yol yaparken mesela, Hollanda’da. Bizim yolların on misli para ve emek harcıyorlar ulaşımı emniyetli kılmak için…
Trafik anarşisi yok… kalabalık olsalar da… metro yaygın, her yerde var. Sakallı koca motorcular saat 19.00’u bekliyor caddelere çıkmak için çünkü daha önce çıkmaları yasak.
İsrail kendi milli yemeklerini yapsın diye oradaki (Lahey) Türk lokantacıya ayda 5000 Euro para veriyor … biz milli yemek yapanlarımızın önünden geçmiyoruz.
Velhasıl, sonra yine devam ederiz, saygılı, ölçülü bir düzen tutmuşlar, fakir ülkelerin kaynaklarıyla zenginleşmişler, KANLI ELMASLARLA merkez bankaları altın dolmuş, ancak ruhsuz, robotik hayatlar yaşıyorlar. Avrupa seyahatlerimden aklımda kalanlar bunlar şimdilik.
Kısa süreli gidip görmek güzel oraları ama yaşamak asla bana göre.
Çünkü alim de olsanız orada ikinci sınıf insansınız.
Bu yüzden beyin göçünü durdurmak, kendimize çeki düzen vermek zorundayız.
Bir an önce.
Çünkü vatanımız ve insanımız dünyanın bir numarası….inanın. Yeter ki sahip çıkalım ve yaşamaya daha değer hale getirelim, özgürlüklerle, adaletle, çalışmakla, üretmekle, tabiatı korumakla…el ele ve sevgiyle.
bence.